Salı, 24 Eylül 2019 18:06

Kadim Kent Diyarbakır ve Edebiyat

Türk, Kürt, Ermeni, Süryani, Arap, Acem halklarının bazen omuz omuza halay çekip bazen de yüz yüze kavga ederek, kâh gülerek kâh ağlayarak yaşadığı kenttir Diyarbakır.

Diyarbakır sahip olduğu coğrafi konumu dolayısıyla tarihinin her döneminde bilim, kültür ve sanatın merkezi olmuştur. Yetiştirdiği yüzlerce sanatkâr ile Türk kültür ve edebiyatında önemli bir yere sahiptir.

Ibn Haldun’un söylemiştir: “Coğrafya Kaderdir”Diyarbakır, bu sözü tartışmasız doğrulayacak en ilginç kentlerden biridir. Karacadağ’dan Dicle’ye uzanan geniş kara bazalt platonun doğusunda, Fis kayası denen korkutucu kütlenin üstüne yerleşen; yamacına aldığı “Dicle” ile doğal bir savunma hattı oluşturan; nehrin coşkun suları ile hem yaşam kaynağını garantileyen hem de etkin bir su yolu ticareti merkezi olan; doğudan batıya, kuzeyden güneye kervanlara – yolculara sığınma ve korunma imkânı sunan; bereketli Hilal’in kuzey ucunda Anadolu ile Mezopotamya arasında kültürel, ticari köprü olan bir kadim kenttir…

Ahmed Ariften, Sezai Karakoç’a  Cahit Sıtkı Tarancı‘dan Mıgırdiç Margosyan’a edebiyatımıza derin izler bırakan şair ve yazarlar kentin yaşamını, kültürünü, hoşluklarını ve acılarını anlatır dizelerinde…


Ahmed Arif 

dbekir ahmed portre web lo 300

1927’de Diyarbakır’da doğan ve sekiz kardeşten en küçüğü olan Ahmet Arif bebekken annesini kaybetmiştir. Okuma yazmayı ilkokuldan önce öğrenen Ahmed Arif, babası memur olduğundan dolayı ortaokulu Urfa’da, liseyi yatılı olarak Afyon’da okumuştur. Şiir sanatı en fazla lise yıllarında kendini göstermiştir. İlk şiiri 1940’da ‘Seçme Şiirler Demeti Dergisi’nde yayımlanmıştır. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü öğrencisi olan şair 1951-52 yıllarında iki kez tutuklanmış ve bu sebeple yükseköğrenimini tamamlayamamıştır. 1968 yılında çıkardığı “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı çok ses getirmiş ve yine aynı isimle kendi seslendirdiği şiir kaseti 20 binden fazla satmıştır. Gerçek adı Ahmed Önal olan usta şair bir kalp krizi sonucu 2 Haziran 1991 yılında hayata veda etmiştir.

“Ben çocukluğumdan beri gece rüyamda şiir okurum, mısra söylerim.”

En sevdiği saatler gece saatleri olduğu için özellikle geceleri şiir yazan Ahmed Arif, gecenin de ötesine geçip rüyasında mısralar gelir ve gece kalkıp bunları kaleme alırmış.   

“Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve cânım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları”

Yattığı Sansaryan hapishanesinden sonra yollandığı Harbiye'deki bir hapishanede sonradan şiirlerinde yer alacak ilginç bir olay yaşayacaktır. İçeri girdikten sonra hücresinin duvarında "To be or not to be" ile birlikte aynı anlamı taşıyan on dokuz farklı dilde yazıyla karşılaşmıştır. Şair bu on dokuz satıra yirminci satırı yarı Türkçe yarı Kürtçe olarak eklemek ister ve on dokuz satırın altına bir toplama çizgisi çektikten sonra çizginin altına "Ya herro ya merro" yazar. On dokuz farklı dili, on dokuz farklı kalbi, işkence görmüş on dokuz bedeni kendi bedeninde toplar ve daha sonra "To be or not to be" değil. / "Cogito ergo sum" hiç değil..." mısralarını "Unutamadığım" şiiriyle tarihe not düşer.

"To be or not to be" değil.
"Cogito ergo sum" hiç değil...
Asıl iş, anlamak kaçınılmaz’ı,
Durdurulmaz çığı
Sonsuz akımı.

Ahmed Arif, "Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Lütfen bunu belirt. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum. Bazı adamlar “Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım." diyorlar. O, kendi iddiası muhteremin… Nazım Hikmet'in memleketinde böyle laflar edilir mi?" sözleriyle tevazuyu hiç elden bırakmamıştır. 
Saygı, sevgi ve rahmetle...

 
dbekir ahmed muze web lo 300
dbekir ahmed muze2 web lo 300
 

120 yıllık bir konak… Yakın zamanda elden geçirilip Diyarbakırlı şair Ahmed Arif adına bir edebiyat müzesi yapılmıştır. Burada şairin kişisel eşyaları, el yazısı şiirleri sergilenmektedir. Müzenin avlusu nezih bir dinlenme mekânı olarak ziyaretçileri beklemekte. Sokağa geri çıkıp küçelere dönerseniz bir şairin dizelerinden diğerine geçmek şaşırtıcı derecede kolay.


Sezai Karakoç 

1933 Diyarbakır Ergani doğumlu Sezai Karakoç; Türk şair, yazar, düşünür ve siyasetçidir.

dbekir sezai portre web lo 300

Çocukluk ve ilkokul yılları Ergani’de geçen şair, ortaokulu Maraş, liseyi Gaziantep’te tamamlamıştır. Babasının isteği ilahiyat fakültesi olsa da kendisi felsefe okumak istediğinden İstanbul’a gelmiştir. Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, parasız yatılı kısmı bulunan siyasal bilgiler fakültesi sınavına girmiş, sınav sonuçlarını beklerken de felsefe bölümüne kayıt yaptırmıştır; şayet sınavı kazanamazsa felsefe okuyacaktır. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955'te tamamlamıştır.

Edebiyat ile ilgili ilk yazısı metafizik üzerinedir. Bu da usta şairin hangi kavramlara önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir. Karakoç, geleneksel şiire de yaklaşır, ancak dili farklıdır. O, modern şiirin diliyle şiirlerini yazmıştır. Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış olur, tamamlanması için şairin tekrar somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar yeni bir bağlama oturtması gerekir. Bunu da Diriliş kavramına bağlar.

“Dicle’yle Fırat arasında
İpekten sedirlerinde Kur’an okunan
Açık pencerelerinden gül dolan
Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış
Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi.
Gündüzde bile
Bir toz var yaz yarasalarından,
Bir akrep kabartması surlardan Asur’dan
Güneşi bir taş gibi fırlatan
Dicle’nin köpüklü dudaklarından
Dicle saralarından
Aslan başlı çeşmelerden
Taçlı güneşli aslan heykellerinden”

İlk şiiri 1951'de "Hisar" dergisinde çıkan Karakoç, üniversite yıllarında ise "Şiir Sanatı" dergisini çıkarmıştır. Mülkiye, Yenilik, XX. Asır, İstanbul, Şiir Sanatı dergilerindeki şiirleriyle tanınan usta yazar, başlangıçta Pazar Postası'nda İkinci Yeni akımı doğrultusunda şiirler yazmış, daha sonraki yıllarda tamamen kendi şiirine yönelmiştir. Yeni biçim araştırmalarına, değişik imgelerle kendine özgü, mistik ve İslami içeriğe yer veren eserleriyle kuşağının en iyi şairleri arasına girmiştir. Gazete yazılarında ise İslam toplumlarının çağdaş dünyadaki konumlarını ele almış, eski Türk uygarlıklarına ilişkin değerlerle, çağdaş bir kişilik oluşturma düşüncelerini işlemiştir.

dbekir sezai muze web lo 300

Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanmıştır. Kendisine bir türlü güvenemeyen Karakoç, arkadaşı Muazzez’e açılamaz. Bir gün cesaretini toplar ve karşısına çıkar; fakat reddedilince çok üzülür. Okullar tatil olunca Muazzez Hanım Geyve´de yazlıkta kalmaya başlar. Sezai Karakoç ise tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak işe başlar ve her gün karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder. Ona şiirler yazar; ‘Mona Rosa’ ‘Tek Gül’ anlamına gelen şiirin her kıtasının baş harflerine dikkat ederseniz Muazzez Akkayam ismi ortaya çıkar.

Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister.
Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.

Sezai Karakoç, mezuniyet töreninde Muazzez Akkaya’nın tam karşısında Mona Rosa şiirini okumuştur. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder; Sezai Karakoç bu şiiri art arda tam üç kez okur. Muazzez Hanım ise bu büyük aşka saygı duyduğunu söylemesine rağmen yine de karşılık vermez. Sezai Karakoç bu karşılıksız aşka rağmen kimseyle evlenmez.

Usta Şair Sezai Karakoç'un doğduğu Ergani'deki evi, 80. yaşına ithafen müze ve kültür evi olarak hizmete açılmıştır.


Cahit Sıtkı Tarancı  

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

dbekir cahit portre web lo 300

1910 Diyarbakır doğumlu Türk şair, yazar ve çevirmendir Cahit Sıtkı Tarancı.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önde gelen şairlerinden biridir. ‘Ömrümde Sükût’ (1933), ‘Otuz Beş Yaş’ (1946), ‘Düşten Güzel’ (1952) ve ölümünden sonra yayımlanan ‘Sonrası’ (1957) ile ‘Bütün Şiirleri’ (1983) adlı şiir kitaplarının yanı sıra çeşitli hikâyeler yazmış ve bu hikâyeler 2006 yılında Tarancı'nın ölümünün 50. yılında ‘Gün Eksilmesin Penceremden’ adıyla yayımlanmıştır.

Tarancı, şehrin soylu ailelerinden olan Pirinçcizadeler'dendir. İlk tahsilini Diyarbakır'da tamamlamış ve İstanbul'a giderek Kadıköy'deki Fransız Saint-Joseph Fransız Lisesi ile Galatasaray Lisesinde orta öğrenimini tamamlamış, şiir yazma girişimlerine bu dönemde başlamıştır. Haftasonu tatillerinde dayısı Nafia Vekili Feyzi Bey'in evinde geçirirken yaz tatillerini memleketi Diyarbakır'da geçirmiştir. 1931'de buradan mezun olduktan sonra Yıldız'daki Mülkiye Mektebi'ne yatılı olarak başlayan usta şair, bu dönemde yazmış olduğu Uzak Bir İklimde’, ‘Gece Bir Neticedir’ ve ‘Güneşe Âşık Çocuk’ gibi şiirleriyle ilk şöhret kapılarını açmıştır. Peyami Safa da 1932'de Cumhuriyet gazetesindeki üç yazısıyla onu kamuoyuna tanıtmıştır.

‘Otuz Beş Yaş’ şiiriyle özdeşleşen Tarancı, sanat için sanat anlayışına bağlı kalmıştır. Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiş ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur. Bunların dışında Tarancı'nın aile fertlerine, arkadaşlarına ve yakın dostlarına yazmış olduğu mektupların çoğu ‘Ziya'ya Mektuplar’ (1957) ve ‘Evime ve Nihal'e Mektuplar’ (1989) adlarıyla yayımlanmıştır. Ayrıca şairin birçok şiiri, farklı bestekârlar tarafından çeşitli makam ve farklı usüllerde bestelenmiştir.

1954 yılında geçirdiği felç sonucu Viyana'ya götürülmüş ve buradaki bir hastanede tedavi gördüğü sırada 12 Ekim 1956'da zatülcenpten ötürü ölmüştür.

 
dbekir cahit muze2 web lo 300
dbekir cahit muze web lo 300
 

Diyarbakır’daki evinin avlusunda Cahit Sıtkı Tarancı’nın oturur vaziyette bir heykeli bulunuyor. Kaidesinde:

"Her mihnet kabulüm yeter ki
Gün eksilmesin penceremden"
dizeleri yer alıyor.

İtalyan şair Dante’nin İlahi Komedya’sına atfen "Otuz Beş Yaş"ı yolun yarısı belleyen şairin 46 yaşında öldüğünü ve hayatının son yıllarını hasta yatağında geçirdiğini düşününce bir hüzün kaplar içimizi.

Tarancı'nın doğup büyüdüğü, Diyarbakır evlerinin tipik bir örneği olan evi, 1973 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından satın alınarak restore edilmiş, Cumhuriyetin 50. yılında 29 Ekim 1973 tarihinde Tarancı'nın anısını yaşatmak ve ismini ebedileştirmek amacı ile müze olarak hizmete açılmıştır. Müzede Tarancı’nın özel eşyaları, mektupları, kitapları, aile fotoğrafları ve Diyarbakır yöresinin etnografik nitelikli eserleri sergilenmektedir.


Mıgırdiç Margosyan

1938 yılında Diyarbakır’ın Hançepek (Gavur Mahallesi) Mahallesi’nde doğmuş yazardır Mıgırdiç Margosyan. Ermeni asıllı bir aileden olup Ermenice ve Türkçe yazmaktadır.

dbekir margosyan portre web lo 300

İlkokulu Süleyman Nazif, ortaokulu ise Ziya Gökalp’de okuyan yazar, daha sonra eğitimini İstanbul'daki Bezciyan Ortaokulu ve Getronagan Lisesi'nde sürdürmüştür. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitiren Margosyan, 1966-72 yılları arasında Üsküdar Selamsız'daki Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi’nde felsefe, psikoloji, Ermeni dili ve edebiyat öğretmenliği ve okul müdürlüğü yapmıştır.

Daha sonra öğretmenliği bırakarak ticarete atılsa da edebi çalışmalarını aralıksız sürdürmüştür. 1984’te Marmara Gazetesi’nde yayımlanan Ermenice öykülerinin bir bölümü Mer Ayt Goğmeri (Bizim Oralar) adıyla kitap haline getirilmiştir. Bu kitabıyla 1988 yılında Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan Vakfı Edebiyat Ödülünü almıştır. ‘Gâvur Mahallesi’ (1992), Söyle ‘Margos Nerelisen?’ (1995) ve ‘Biletimiz İstanbul’a Kesildi’ (1998) adlı Türkçe kitaplarını, 1999’da ikinci Ermenice kitabı Dikrisi Aperen (Dicle Kıyılarından) izlemiştir. Gâvur Mahallesi 1999 yılında ‘Li Ba Me, Li Wan Deran’ adıyla Kürtçe olarak yayımlanmıştır. 2010 yılında Türkçe kaleme aldığı ‘Kürdan’ adlı kitabıyla okurlarıyla tekrar buluşmuştur. 

Gavur Mahallesi (Xançepek) 
Bu mahalleye ve o çok özel kültürüne dokunmamak olmaz. Xançepek olarak yazılmalı – özüne uygun olarak… Şimdilerde oldukça tekinsiz yerler, kentin suç yoksulluk ve suç oranı istatistiklerinde başı çeken bu mahalle, geçmişte dinlerin ve kültürlerin bir arada / kardeşçe yaşadığı çok özel bir mahalleymiş. Burada doğan ve özlerinden kopmayan yazar Mıgırdiç Margosyan’ın “Tespih Taneleri” kitabındaki satırlarında 50’lerdeki Gâvur Mahallesi’ni görelim:

“... Mecliste bulunanlar hep beraber zihinleriyle Diyarbekir “kuçe”lerinde gezinerek “ğhane ğhane” Ermeni evlerini saymaya, bu evlerde yaşayan Ermenilerin nereli, ana, baba, “olığ çocığ” kaç kişi olduklarını tespit etmeye çalışırlardı. Bunun için Hançepek’te, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Gâvur Mahallesi ya da Gâvur Meydanı’nın hangi sokağından başlayıp, hangi yoldan yürüyüp en son nerede, hangi sokakta bu sayma işine son vereceklerini kararlaştırırlardı...”
“Demağ ki, Diyarbekir’de üç yüz elli ğhane Hay var...”

Küçe Diyarbakır’da sokaklara / ev dışına verilen isimdir. Bugün bile çocukların temel dünyasıdır. Küçeye kaçmak, küçeden gelmek günlük konuşmada kullanılır. “Hay” Osmanlı döneminde Ermenileri tanımlayan söz muhtemelen kürtçe kökenli… Müslümanlar Ermenilere ‘fılle’ de der… Babaannemin bize kızdığında “fillenin dölü” diye azarladığını dün gibi hatırlarım… Diğer Hıristiyanlara (Rum, Süryani) genelde ‘Gâvur’ denirdi, Yahudilere ise ‘Moşe’ deniyor. (Kürtçede ise ‘Cehü’); Hıristiyanlar ise Müslümanlara ‘DACİK’ dermiş… Buyrun çok dilli olmak nasıl oluyor görün…

 
dbekir gavur web lo 300
dbekir gavur1 web lo 300
 

 

Bu dönem, Margosyan’ın anılarında yaşam biçimi olarak da gözlerimizin önünde canlanıyor:

“... Yemenici, lastikçi Eğuş yine çarık dikmeye, demirci Mero kurt kapanı yapmaya, marangoz topal Nişo erik ağacından kaval yapmaya, nalbant Henuş nal çakmaya, kısacası herkes kendi işine dönerken Keldani asıllı attar Yusuf ile dükkan komşusu Süryani asıllı berber Yakup da kaldıkları yerden dama oynamayı sürdürdüler.”

Yine Margosyan’ın bir başka eserinden bir alıntı:

“ … Evimizde anadilimiz dediğimiz Ermenice’nin dışında ayrıca Zazaca, Kürtçe ve Türkçe konuşulurdu; yani ailecek çokdilliydik. Biz Çocuklar, anamın babamın konuştuğu Zazaca’yı veya Kürtçe’yi pek anlamıyorduk. Rahatça konuştuğumuz dil, okulda öğrendiğimiz, sokakta sık sık duyduğumuz Türkçe’ydi. Türkçe’nin yanı sıra bir de evde büyükanamın annemle konuşurken sık sık kullandığı ve babamla keza kendi aralarında kullandıkları bir Ermenice vardı….”

İşte bir kitâbi bilgi daha: Yazar Vital Cuinet, “Osmanlı Asya Vilayetleri” adlı eserinde, 1890 yılında, Diyarbakır nüfusunu 35.000 kişi olarak verir. Bu nüfusun 20.142’si Müslüman, 10.259’u Ermeni, 960’ı Rum, 999’u Katolik Keldani, 1350’si Suriyeli Katolik ve Yakubi, 284’ü Yahudi olarak belirtilir. Şimdilerde her azınlık grubundan bir elin parmakları kadar aile ya kaldı ya da kalmadı… Ne hüzün...


‘Otuz Beş Yaş’ şiiri ile buruk duyguların şairi Cahit Sıtkı Tarancı, eşsiz benzersiz ‘Mona Rosa’sıyla Sezai Karakoç, hepimize ‘hasretinden prangalar eskiten’ Ahmed Arif, Divan Edebiyatı’nın büyük ismi Nesimi, şehirdeki tiyatro sahnesine adını veren usta tiyatro yazarı Orhan Asena, ünüyle her şehrin bir caddesine adı verilmiş Ziya Gökalp, doğduğu büyüdüğü toprakları ve çok kültürlülüğü en içten duygularla anlatan Mıgırdiç Margosyan; bu toprakların yetiştirdiği en büyük hattatlardan Hamid Aytaç, robotik biliminin yaratıcısı büyük mucit El-Cezeri, billur sesli sanatçı Celal Güzelses, Süleyman Nazif, Ali Emri, Ahmet Hani, Musa Anter ve daha niceleri…

 

Diyarbakır’ın yetiştirdiği, gurur duyduğu birçok sanat, bilim ve düşünce insanı… Sadece hürmetle anmış olmak için değil, daha derin okumalar yapmak isteyen KeyifKurdu Gezginleri'ne ışık olsunlar diye analım dedik isimlerini.

 

Bu kategoriden diğerleri (önceki-sonraki makaleler): « Kültür Keyfi Müneccimsiz, Muvakkitsiz Şeb-i Yelda »
Yorum yapmak için oturum açın

Sosyal Medya